GELECEĞİ GÖRMEK DELİ İŞİDİR. BUNA ANCAK...
Çok değil, bundan bir yıl öncesine kadar, “lebalep” yan yana gelebilmenin özgür olduğu günlerde sevdiklerimizin, yakınlarımızın düğün merasimlerine katılıp mutluluklarına, kaybettiklerimizin yakınlarının cenaze ve taziye törenlerine “lebalep” katılıp acılarına ortak olabiliyorduk.
Mesela, eş-dost, akraba ziyaretlerini gerçekleştiriyor, “lebalep” halde piknik amaçlı bayıra, çayıra, ormana ya da bir gölün, bir deniz sahili kenarında kamp kurabiliyorduk.
Mesela sinemaya, tiyatroya, konserlere, kermese, bir resim sergisine; ya da kahvehaneye, kafeye, bir spor organizasyonuna; ya da “ tüm güzel dostların, dostlukların, bin bir çiçekli bahçeli barış içinde bir ülkenin hayallerinin kurulduğu günlerin şerefine!” diyerek, en mütevazı yanından, yeni yaşam üzerine dostlukların kurulduğu mekanlara; yani Agop’ un Meyhanesine, iki kadeh tokuşturmaya gidebiliyorduk.
Sevdiklerimize, sevgiliye sarılabiliyor, hasretle öpebiliyor, öpüşebiliyorduk…
Bugün çocuklarımızı, sevdiklerimizi, sevgililerimizi bırakın öpmeyi, sarılmaya bile hasret günlerden geçiyoruz!
Tüm alışkanlarımızı terk ettiren, toplumsal yaşamımızı olumsuz etkileyen ve siyasal,
kişisel “beka” uğruna üstesinden gelemediğimiz, kontrol altına alamadığımız pandemi can almaya tüm hızıyla devam ediyor.Geleceği görmek deli işidir. Buna ancak cesur zihinler cüret edebilir.
İşte, bu pandemili günlerinde, bir kez daha, Jack London’ ın KIZIL VEBA kitabını okuma ihtiyacı duydum.
Kitabın SUNUŞ kısmında şöyle der: Elbette dünya yüzyıllardır birçok savaş ve yıkım görmüştür fakat 21. yüzyıl insanı olarak bizler, 2020 itibarıyla, seyircisi değil bizzat aktörü olduğumuz en derin krizi yaşıyoruz…
1916 yılında ölen ve hıyarcıklı veba salgınını yaşamış olan yazar, bizlerin bugün yüzleşmek zorunda kaldığı duruma zaten aşkadır. Bundan 108 yıl önce şu an deneyimlemekte olduğumuz meselelere kitabını yererek salgın sürecinde izolasyonun öneminin, nüfus yoğunluğunun ve bilhassa Dünya nüfusunun salgınlardaki rolünü, insanların son derece kritik durumlarda kapıldığı bencilliği, kolektivizm ve bireyciliğin karşı karşıya gelişini, bilim insanlarının özverisini son derece gerçekçi biçimde işler.”
Tesadüf mü? Bilemiyorum ama, yazar 1912 yılında 2013 yılı dünyasının halini ve bizlerin yaşayacaklarını kurgulamış adata.
Yine kitabın sunuş kısmında bizi bize anlatan bölüm ise şöyle der: 1912 yılında ilk basımı yayınlanan Kızıl Veba adlı romanda, 2013 patlak veren küresel çapta bir salgının insan ırkının neredeyse tamamını yeryüzünden sildiği, ilkel yaşamın geri döndüğü, gerçekleşmesi son derece muhtemel bir “yeni” dünya tasavvur eder. Hikaye boyunca, inşa etmekle övündüğümüz uygarlığı, toplumsal düzenin ve devletin aslında ne kadar kırılgan olduğu: azınlığın zenginliğinin dünyayı yönettiği, geri kalanların ise gönüllü kölelik düzenine rıza gösterdiğini…
Medeniyetimizin orta yerinde, kenar mahallerinde ve işçilerin yaşadığı gettolarda barbar, vahşi bir tür yaratmıştık ve şimdi bu tür afet esnasında bize acımasızca hayvanlar gibi saldırıyor, hepimizi kırıp geçiriyordu. Tabii kendilerini de yok ediyorlardı…!
Dedim ya, Geleceği görmek deli işidir. Buna ancak cesur zihinler cüret edebilir.
Bu koşullar altında insan bedeninin kaldıramadığı bunca riyakarlığı, sahteciliği, şarlatanlığı, yalanı, dolanı, duyarsızlığı, talanı…
Bunca acıyı, yükü, sevgisizliği, hüznü, mutsuzluğu insanın yüreği kaldırır mı?
Bu ülkede ve bu coğrafya da, kaldırır!
Çünkü bu ülkede, hele ki bizim coğrafya da insan yüreği bunlarla yoğruluyor, zamanla acılara da alıştırılıyor.
İşte, Jack London, o günlerden bugünleri görmüş
Bizi, bugünün dünyasını ne güzel tahayyül edip kurgulamış, değil mi?
Ben, bu kitapta beni ve yaşadığım toplumsal düzen(sizliğ)i, adaletsizliği, sevgisizliği mutsuzluğu, riyakarlığı gördüm.